Geçen hafta sonunu İstanbul’da geçirdim. Zamanım dar olduğu için (İstanbul’da zaman dar bir şeydir.) çok fazla arkadaşımı görme, mevzuları uzun uzun masalara yatırma şansım olmadı. Yine de 2 günde 3 apayrı insanla sohbet ettiğim sınırlı zamanda, her birinden “Modern Zamanların Tuzağı: Sevdiğin İşi Yap” diye bir blog yazısı duymayı başarınca meraklandım…
Malumumuz, nasıl ki Bodrum, meyhane masalarında “hayat” konuşulan bir yerse, İstanbul da sık sık “hayatı aslında nasıl yaşamalı?” konuşulan bir yer. İş trafiğinde, duraklarda, uzun kuyruklarda dikilirken, beklediğimiz şeyin aslında gerçek hayatımızın başlaması olduğunu; tüm bu kaosun bir geçiş dönemi kargaşası olduğunu hissettiriyor. 😧 Bazen, önümüzdeki o uzun kuyrukta birilerine sıra geliyor ve geri kalanlara meze olacak bir “hayatını değiştirdi” hikayesi çıkıyor. En “İstanbul’dan başka yerde yaşayamam” diyen adam bile, teması “küçük bir sahil kasabasına yerleşmek” olmasa da, hayatını şöyle tepe taklak değiştirmenin hayaline dalıyor. Sonra arkadaki kornaya basıyor ve her şey kaldığı yerden devam ediyor…
Bahsettiğim yazı, “sevdiğin işi yaparsan hiç çalışmamış gibi olursun!” tuzağına düşüp, üç kuruşa çalışarak sömürülen modern jenerasyonumuz hakkında. Yıllarını türlü türlü sektörlerde sevdiği işi yapmanın peşinde koşarak geçirmiş, bilgisayar başında sabahlanan onca gecenin sonunda sağlığını dönüşü olmayacak şekilde bozmuş ve işin acısı buna rağmen pek de ders almamış, kıdemli bir işkolik olarak kendimi frenleyemeyip; konu hakkında Bodrum’a taşınınca öğrendiğim şeyleri yazmak istiyorum.
“Para bir şekilde kazanılır” klişesi
Öncelikle, bahsettiğim yazının fokusu insanların emeğinin hakkını alamaması, yani para denen illet. Para, hakkında atıp tutması en zor şeylerden biri. Ama tüm bu kişisel deneyimlerimden sonra şunu biliyorum ki, amaç para olsaydı, para kazanmanın zilyon yolu vardı ve yazıda bahsedilen bizlerin hikayesi bambaşka olacaktı.
Bizim istediğimiz şey; sabah uyandığımızda başına heyecanla geçeceğimiz, yaparken söylenmekten çok eğleneceğimiz, ve sonunda çıkardığımız işlere bakınca ortada bir şeyler görebileceğimiz bir iş. Yani “emeğimin karşılığı” dediğimiz şey para değilse; kaliteli zaman, üç beş gülümseme, bir şeyler üretiyor olma hissi. Nitekim elimize şöyle daha güzel paralar geçse, ilk iş kendi projelerimize harcayacak, bu kez de o projeler için kendini hırpalayacak adamlarız; tanısanız çok şaşırırsınız. 😊 Durumumuzun “yazıdan hiçbir şey anlamamış!” vahametinde olduğunu yeterince anlatabildiysem, o zaman sorumuz şöyle: Bizi mutlu edecek şey daha yüksek kazançlar değilse, ne?
Gözlerime baktı ve bana “İşimi çok seviyorum!” dedi…
Bahsettiğim yazıda bir de “otel görevlisi” örneği var. “Gözlerine bakarken, ona ‘sevdiğin işi yapmalısın’ dersem ne düşünür diye aklımdan geçirdim” diyor. Okuduğum anda aklıma geçen hafta tanıştığım, iş vesilesiyle İstanbul’dan Bitez’e taşınan restoran görevlisi geliyor.
İstanbul’dan Bodrum’a taşınan herkesle uzun uzun yaptığımız gibi onunla da hikayelerimizi çarpıştırdık. Yeni işini çok seviyor, çünkü artık işe güneşli bir günde deniz kıyısında yürüyerek gidiyor, çünkü taşındığı sitede iş çıkışı hep beraber rakı-mangal yapılıyor, çünkü bu işe girer girmez daha sosyal bir insan oldu, çünkü birileri mutlaka mandalina toplayıp herkese birer poşet ikram ediyor, çünkü portakalı dalından koparıp sıkıyor, çünkü nar suyuna bayılıyor. 😇 Burası İstanbul’da garsonluk yaptığı yerlere göre daha geç kapanıyor, yani daha çok çalışıyor; ama olsun, müdavimler tanıdık, bol bol sohbet muhabbet dönüyor. Bitez çok güzel, çok sakin, insan çok çalışsa bile koşturmuş hissetmiyor. Bodrum’a taşınan herkes gibi o da sabahları alarm filan kurmadan, kendi kendine erkenden uyanıyor. Bütün paket birleşiyor, adı “işimi çok seviyorum” oluyor.
Anlayacağımız, “iş” hiçbir zaman işten ibaret kalmıyor. Nasıl ki “sevdiğimiz işi” yapmaya çalışırken, diğer koşullar olayı çığırından çıkarıp bizi mutsuz etmeye başlıyor; tam tersi de mümkün oluyor. Otel görevlisi arkadaşa cevap hakkı tanısak neler anlatırdı bilemiyorum ama, garson abinin hikayesi bana büyük ilham veriyor…
Ya işimiz sandığımız şey aslında hayatımızsa?
Çünkü adına “iş” deyip geçtiğimiz şey; görev tanımımız, çalışma saatlerimiz, maaşlarımız, resmi tatillerimiz değil. İşini hep en ön planda tutan biri olmasanız bile, düşününce fark edeceksiniz ki birleşip “hayat tarzı” eden rutinlerimizin belirleyicisi hep “iş”. Sabah saat kaçta uyanan bir adamız, kaçta yorgun argın sızarız, hayatımızın çoğunda hangi güzergahtayız, çevremizde nasıl insanlar var sorularının cevabı hep işimiz. Ne yiyip içtiğimiz ofise en yakın neresi vardı, dilimize takılan şarkı az önce ofiste çaldı. Ne kadar güleryüzlü olduğumuzu belirleyen şey, o her gün gördüğümüz insanların nazikliği ve pozitif tutumları. İş sandığımız şey, aslında hepimizin hayat standardı.
“Hayatını değiştirmek” konusunda sıra nihayet bana gelip, Bodrum’a taşınınca öğrendim ki; en işkolik adamın bile önceliği “yaşamak istediği hayat” tanımına vermesi gerekiyormuş. Buraya yazmamın bile gülünç olacağı kadar basit ve bariz, ama her nasılsa hep gözden kaçırıyoruz, unutuyoruz: Nasıl bir hayatımız olmasını istiyoruz? Bir gün başlaması umuduyla para kazanmak için her gün işe gittiğimiz, şu ‘beklediğimiz’ hayatın tanımı tam olarak ne ki? Belki, ‘işi gücü bırakıp’, bir kez olsun bunu çözmeye mesai ayırmamız gerekiyor. Geriye de o hayatı kurmamızı destekleyecek bir işin peşinde koşmak kalıyor. Başka türlüsü, “günü kurtarmak” başlığı altında hayatlarımızı geçiştirmek ve bunca koşuşturma arasında ondan ne beklediğimizi bile hatırlayamamak oluyor. 😣
Klişeler, maaşlar ve mandalinalar…
Anlayacağınız, “sevdiğin işi yap” tuzağına inanmayanlara inat, klişenin dozunu arttırıyorum: “İstediğin hayatı yaşa”. Tamam, sevdiğin işi yapma; ama sevdiğin hayatı yaşamanı sağlayacak bir iş yap. Hayat tarzını işine göre değil, işini istediğin hayat tarzına göre belirle. Belki o yazıda geçen sevgili tuzağımızın vadettiği gibi “bir gün bile çalışmamış” sayılmayız, ama bu sefer doğru bir şey için çalışmış sayılırız. Emeğimizin karşılığını yüksek maaşlar olarak değil, mandalina olarak alırız.❤
Belki bugün işten saat kaçta çıkarsanız çıkın, ne kadar yorgun olursanız olun, bizim kafalarda bir dostunuzu arayıp “hayatı aslında nasıl yaşamalı?” mevzusunu rakı masasına yatırırsınız. “Sevdiğin işi yap”, “istediğin hayatı yaşa”, “küçük bir sahil kasabası”, “her şeyi bırakıp Bodrum’a taşınmak” gibi belli başlı klişelerimizi meze yaparsınız. 😇 Belki ertesi sabah, bir sonraki korna sesiyle beraber direksiyonu bizim tarafa kırarsınız. 😉
Belki bunu yapmanızı sağlayacak işi hemen bulamazsınız, belki bir süre “para” kazanmanın zilyon yolundan birkaçına prim vermek zorunda kalırsınız. Ama kafanız rahat olsun; biz “sevdiği işi yapmanın peşinde koşanlar” birbirimizi biliyoruz; hangi hayata taşınırsanız taşının, hikayenin sonunda kendinizi yine o sevdiğimiz işi yaparken bulacaksınız.🎈
Sevdiğimiz tüm klişelerin tuzağına afiyetle düşüp, az para kazanıp çok mutlu olmamız dileğiyle: Buralarda iş çıkışı rakı-mangal çok güzel, gelsenize?